Tuna'nın kızı: Budapeşte

Ununu eleyip eleğini asmıştır, Budapeşte… Heybesinde, Avrupa da vardır, Osmanlı da ; Balkanlar da vardır, Bolşevikler de … 


Hem baroktur, hem neo klasik, hem de modern…

Çok görmüş, çok geçirmiştir, açık ara en güzel şehridir orta Avrupa’nın Budapeşte…Hatta kimine göre tüm Avrupa'nın... 

Köprüleri, Kiliseleri, Türbeleri, Kaleleri, Meydanları, Türk Hamamları, eskiden sayıları 100’den fazla olan camileri bir yana Tuna’nın büyüsü bile yeter Budapeşte’ye kapılmaya… 


Kanuni Sultan Süleyman tarafından ilk olarak 1526’da fethedilen Budin ve Peşte, bir buçuk asırlık bir Türk hakimiyetinden sonra 1686’da elden çıkmıştı. Türk idaresi sırasında, Karadeniz üzerinden Tuna yoluyla İstanbul’dan nispeten kolay ulaşılan bir beylerbeyilik merkezi olduğundan kolayca Türkleşmişti. Ticaret yollarının birleştiği bir yerde bulunan Budin ve Peşte, bir taraftan zengin bir ticaret şehri görünümü alırken, burada kurulan çeşitli vakıflar bu Orta Avrupa şehrine bir Osmanlı yerleşim merkezi manzarası vermişti. 1662 yılında burayı ziyaret eden Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde Budin ve Peşte’nin etraflı bir tasviri bulunmaktadır.

Bilinmedik Budapeşte hikayesi ,

Geçen hafta Avrupa'nın en güzel kentlerinden biri olan Budapeşte'de ilkbaharı yaşadım. 



Yarı dolu uçakta Budapeşte'ye doğru uçarken, 31 yıl öncesini hatırlamaya çalışıyordum. O zamanlar Cumhuriyet Gazetesi'ndeydim ve TIR şoförleriyle ilgili bir röportaj için yollara düşmüştüm. Karlı, çok soğuk bir mart ayıydı. Bütün Avrupa'nın buz tuttuğu bir kış olmuştu. 

Bulgaristan'ı geçmiş, Romanya'nın Arad kentindeki bir mobilya fabrikasında yükleme yapmıştık. Sonra şoför rotayı Budapeşte'ye doğru çevirmişti. Çünkü orada bir sevgilisi vardı ve onunla buluşacaktı. Öğretmenlik yapan kırmızı suratlı, etine dolgun kız, benim için kentin Peşte yakasında, ortalık yerdeki bir sokakta, bir pansiyon kiralamıştı. Sokağın adı o günden beri nedense hiç aklımdan çıkmamıştı: 

Petöfi Sandor. Daha sonra bu adın, Macaristan'ın ünlü şairine ait olduğunu öğrenmiştim. Şoför ve sevgilisi, beni bir apartmanın dördüncü katında, yaşlı ev sahipleriyle tanıştırmışlar ve bir hafta sonra buluşmak üzere gitmişlerdi. Bana evlerinin odasını kiralayan karı koca, çat pat Almanca'dan başka dil bilmedikleri için, hiç kimseyle hiçbir şekilde iletişim kuramıyordum. 

TEK VÜCUT Uçakta işte o günleri hatırlamanın gayreti içindeydim. Sokakları, köprüleri, Tuna'yı gözümün önüne getirmeye çalışıyordum. O zamandan bu güne, Tuna köprülerinin altından çok sular akıp gitmiş, rejimler, yaşamlar, yasalar baştan başa değişmişti. 

Budapeşte'nin şimdisi nasıldı acaba? Yanıma okumak için Brezilyalı ünlü müzisyen Chico Buarque'nin, ‘Budapeşte' adlı kitabını almıştım. Niyetim her zamanki gibi, gittiğim kentte geçen bir romanı okumak, ondan kent hakkında ipuçları yakalamaktı. Kitabı bitirdiğimde bu kez yanıldığımı anladım. Buarque kitabında, başkalarının imzasıyla yazan bir yazarın Budapeşte'de geçen aşk hikayesini anlatıyordu. İsimsiz sokaklar, adressiz evler, güzel bir kadın, nefis bir aşk hikayesi... Muhteşem bir kitaptı ama, içinde Budapeşte'nin görüntüsü yoktu. 

Ben yine de sokaklarda dolaşırken, Buarque'nin kahramanlarını görür gibi oldum. Tıpkı Prag'da Milan Kundera'nın aşklarını gördüğüm gibi. Budapeşte, Tuna'nın iki kıyısındaki iki kentin, sonradan kucaklaşmasıyla oluşmuş bir kentti. Buda tepede, Peşte ise düzlükteydi. Bu iki kent 1873 yılından beri ‘tırnakla et' örneği tek vücut olmuşlardı. 

1930'lu yıllarda Budapeşte'ye giden İsmail Habib Sevük bu ikiliyi şöyle tanımlamıştı: ‘Tuna'nın ayırdığı Buda ile Peşte, Haliç'in ayırdığı İstanbul ile Beyoğlu'na birçok taraflardan benziyor: Buda garpta, Peşte şarkta, Buda eskidir, Peşte yeni, biri asaletli biri mazisiz, şeref Buda'da servet Peşte'de, mabetle tarih Buda'ya bağdaştı, bankayla banker Peşte'de kaynaşıyor. Hep İstanbul'la Beyoğlu gibi...' Eski Buda'da, Tuna'ya ve Peşte'ye kuşbakışı bakan tepedeki Hilton Oteli'nde kalıyordum.

1976 yılında yapılan bu otelde, tarihi kalıntılarla çağdaş mimari iç içe geçmişti. Otelin bulunduğu yerde, 1254 yılından itibaren bir kilise sonra da bir cizvit manastırı yer almıştı. Bina bu kalıntıların üstüne ve arasına inşa edilmişti. Kentin her yerinden görülen otel büyük tartışmalara yol açmıştı. Çok ilginç bir yapıydı ve odamın penceresinden kent muhteşem görünüyordu. Eski Buda'da, kentin uzak geçmişini görmek mümkündü. Turistlerin doldurduğu meydanı gotik kulesi, renkli tuğlalarla kaplanmış damıyla Kral I.Matyas'ın adını taşıyan katedral süslüyordu. Katedralin önündeki meydanda ise kenti veba salgınından koruması için yapılmış olan Kutsal Üçlü Anıtı yükseliyordu. Katedralin çevresini ‘Balıkçı'nın Burcu' diye adlandırılan, kulelerle bezenmiş bir kale duvarı çevrelemişti. Bu duvarlar çevreye bir masal havası yüklüyordu. Tuna'nın en güzel görüntüsü buradan çekildiği için, surların üstünde ellerinde fotoğraf makineleri olan turistler -çoğu Japon'du- koşuşturup duruyordu. ASIRLIK EVLER Meydandan uzaklaşınca sokaklar tenhalaşıyordu. 

Kuruluşu 13. yüzyılın sonlarına dayanan semtteki evlerin hemen hepsi koruma altına alınmıştı. Duvarlarına çakılan plakalardan çıkardığım kadarı ile evler 1700'lü yıllardan kalmaydı. İki en fazla üç katlı olan binaların ön yüzleri resimler, heykel ve rölyeflerle süslenmişti. Demir çemberli kapıların ardındaki avluların bazılarında dükkanlar, kahveler, lokantalar sıralanmıştı. Bir zamanlar soyluların ve tüccarların evlerinin bulunduğu ‘Lordlar Sokağı'ndan bakıldığında ise Buda'nın yeni ve çirkin yüzünü görmek mümkündü. ZÜMRÜT GERDANLIK Sakin sokaklarda dolaşırken dikkatimi kuş sesleri çekti. Kendileri görünmüyordu ama dört bir yandan sesleri yükseliyordu. Çeşit çeşit kuş sesiydi. Sonradan bu seslerin hiç dinmediğini keşfettim. Sakalar susunca, floryalar şakıyor, karanlık basınca da çalı bülbülleri devreye giriyordu. Aydınlıkla birlikte tekrar sakalar şarkılarına başlıyordu. Meydandan aşağıya döne döne inen merdivenler, önce bir meydana ardından da Zincirli Köprü'ye (Szechenyi) ulaşıyordu.

Bu köprü Tuna'nın üstündeki köprülerin en güzeliydi. Zümrüt taşlarla süslenmiş bir gerdanlık gibiydi. Köprüye adını veren Kont Istvan Szechenyi, 

Yorumlar